Siyer

Medine’de İslam Toplumunun Oluşumu

Allah Resulü’nün(s.a.v.) Yesrib’e hicretinden sonra şehre Hz. Peygamber’in şehri anlamında Medinetü’n-Nebi ya da onun gelişiyle nurlanmış şehir anlamında Medinetü’l-münevvere denilmiş, sonraları ise sadece Medine ismi kullanılmıştır. Hz. Peygamber tarafından siyasal, sosyal ve kültürel açıdan merkez hâline getirilecek olan Medine’de bir devlet olmaya yönelik çalışmalara hicretle beraber başlanmıştır.

İdari ve toplumsal faaliyetlerin de yürütüldüğü Mescid-i Nebi’nin inşası devam ederken, bir taraftan da muhacir ile ensarın kaynaşması sağlanmıştır. Şehirde yaşayan Yahudilerle imzalanan sözleşme ile bir arada yaşamanın kuralları belirlenmiş, bir anlamda devletin anayasası oluşturulmuştur. Ayrıca gelen vahiylerle İslam’ın emir ve yasakları aşama aşama tamamlanmaya devam etmiştir.

Mescid-i Nebi’nin İnşası

Allah Resulü(s.a.v.) zorlu bir yolculuktan sonra Müslümanların sevinç gösterileri içinde şehre girdiğinde devesini serbest bırakarak onun çöktüğü yere en yakın eve misafir olacağını söylemişti. Böylece kendisini misafir etmek için âdeta yarışan Müslümanlar arasında bir tercih yapmamış, kimseyi de kırmamış oldu.

Bu uygulamanın neticesinde Hz. Peygamber’e ev sahipliği yapma mutluluğuna Ebu Eyyüb el-Ensârî ismiyle bilinen Halid b. Zeyd erişti. Hz. Peygamber Mescid-i Nebi’nin inşası tamamlanıncaya kadar onun evinde misafir kalmıştır.

Hz. Muhammed(s.a.v.) vakit geçirmeden Müslümanların yeni yurdunda mescit inşa etmek için hazırlıklara başladı. Şehre girişinde devesinin çöktüğü arsayı sahipleri olan iki yetim kardeşten satın alıp inşaata uygun hâle getirdi. Temeline ilk taşı bizzat kendisi koyduğu gibi inşaat tamamlanıncaya kadar, yaklaşık yedi ay, ashâbıyla beraber çalıştı.

Kerpiçten yapılan binanın direkleri hurma gövdelerinden, tavanı da hurma dallarından idi. Son derece sade bir yapı olan mescidin kıblesi Kudüs’e doğruydu. Mescidin bitişiğine Hz. Peygamber ve ailesi için odalar inşa edildi. Ayrıca mescidin arka kısmına ihtiyacı olanların barınabileceği bir bölüm eklendi.

Yapımı esnasında ensar ve muhaciri kaynaştıran Mescid-i Nebi yalnızca ibadet mekânı olarak kalmamış, din ve devlet işlerinin yürütüldüğü bir merkez olmuştur. Peygamber mescidinin önemli işlevlerinden birisi eğitim mekânı olmasıydı. Burada oluşturulan ilim meclislerinde Hz. Peygamber ashâbı ile bir araya gelip onların sorularını cevaplıyordu.

Ayrıca bazı sahabilerin desteğiyle mescitte Kur’an ve okuma yazma eğitimi veriliyordu. Peygamber Efendimiz ilim meclislerinden istifade etmek isteyen hanımlar için de ayrı bir gün tahsis etmişti. Devlet yönetimiyle ilgili meseleler Mescid-i Nebi’de görüşülüyor, Hz. Peygamber yabancı elçileri burada kabul ediyordu.

Halkın yönetimle ilgili istek ve şikâyetlerini Hz. Peygamber’e ulaştırdığı mekân olan Mescid-i Nebi’nin kamu yönetiminde de önemli bir yeri vardı. Bunun yanında adalet hizmetleri de buradan yürütülüyor, davalar burada görülüyordu. Savaşlarda yaralanan sahabilerin tedavisi için mescitte bir çadır kurulmuş dolayısıyla Mescid-i Nebi zaman zaman hastane olarak da kullanılmıştır.

Ashâb-ı Suffe

Suffe kelimesi Arapçada gölgelik anlamına gelir. Mescid-i Nebi inşa edilirken arka tarafına eklenen gölgelik, barınma ihtiyacı olan sahabiler için yapılmıştı. Burada kalan ve ashâb-ı suffe olarak anılan topluluk içinde yoksul ve kimsesiz olanlarla bekâr sahabiler bulunuyordu. Ashâb-ı suffenin ihtiyaçları Allah Resulü(s.a.v.) ve zengin Müslümanlar tarafından karşılanıyordu.

Hz. Peygamber kendisine gelen sadakaları suffe ashâbı için kullanırdı. Ashâb-ı suffenin en önemli özelliği vakitlerinin neredeyse tamamını Hz. Peygamber’i dinlemeye ve ilme ayırmış olmalarıdır. Sürekli Resulullah’ın(s.a.v.) yanında bulunup sorular soran ve ondan öğrendiklerini diğer Müslümanlara aktaran suffe ashâbının birçok İslami ilmin doğuşunda ve gelişmesinde doğrudan etkisi vardır. Hz. Peygamber, İslam’ı tebliğ için göndereceği elçileri de kendisinin eğitiminden geçmiş olan ashâb-ı suffe içinden seçmiştir.

Muhacir-Ensar Kardeşliği

Hz. Peygamber’in hicretin ilk yılında Medine’de attığı adımlardan biri ensar ile muhacir arasında kardeşlik bağı tesis etmesidir. İslam’a göre bütün Müslümanlar kardeş kabul edilmekle beraber Allah Resulü(s.a.v.) Enes b. Mâlik’in ailesinin evinde yapılan toplantıda kırk beş muhaciri “Allah için ikişer ikişer kardeş olunuz.” buyurarak ensardan kırk beş sahabiyle kardeş ilan etti.

Ensarın muhacirlerle evini ve kazancını paylaşacağı muâhât denilen bu uygulama ile muhacirlere maddi manevi destek sağlanmış, ümmet olma arzusu kabileye bağlılığın önüne geçmiştir. Bu muâhât, yurtlarını ve zenginliklerini bırakıp hicret eden ve gurbete uyum sağlamaya çalışan Müslümanlar için hayati bir öneme sahiptir.

Bu dayanışmanın Peygamberimiz(s.a.v.) eliyle ve bir ibadet anlayışı içinde gerçekleştirilmesi muhacirlerin yardımlar karşısında mahcubiyet hissetmesini engellemiştir. Çünkü kardeşleştirme ensarın sorumluluklarını belirlediği gibi muhacirlerin aldıkları yardımı, resmen ilan edilmiş bir hak ve kardeşliğin gereği olarak görmelerini sağlamıştır.

Ensarın arazileri yarı yarıya paylaşma teklifinin muhacirler tarafından kabul edilmeyerek bakımını üstlenmek şartıyla mahsullerin paylaşılmasına karar verilmesi muhacirlerin durumu suistimal etmediklerini göstermesi bakımından önemlidir. Nitekim Peygamberimiz(s.a.v.) yaptığı şehir planlaması kapsamında kimseye ait olmayan ve ensarın hibe ettiği arazilerde muhacirler için evler yaptırmıştır.

Hz. Peygamber hicretin birinci yılında Müslümanların sayısını belirlemek için nüfus sayımı yaptırmıştır.

Sahabeden Huzeyfe b. Yemân şöyle demiştir: “Resulullah, insanlardan Müslüman’ım diyenleri benim için yazın, buyurdu. Biz de ona bin beş yüz kişinin adını yazıp getirdik.” Hz. Peygamber’in Müslümanların sayısını öğrenmek istemesi muhtemelen daha çok askerî sebeplerle ilgilidir. Allah Resulü(s.a.v.) başlangıçta sahip olduğu askerî kuvveti tespit etmek istemiştir.

Medine Sözleşmesi

Muâhât ile birlikte Müslümanlar arasındaki birliği tesis eden Hz. Peygamber, şehrin diğer sakinleri ile de bir sözleşme imzalayarak İslam devletinin temellerini atmıştır. Medine Sözleşmesi ya da Medine Vesikası denilen bu metin İslam devletinin ilk anayasası kabul edilir.

Şehirde yaşayan bütün grupları Medine vatandaşı olma paydasında birleştiren bu sözleşme ile Medine halkının hak ve görevleri ortaya konulmuştur.

Sözleşme, muhtevası itibarıyla din hürriyetini güvence altına almış, sosyal ilişkilerde yardımlaşma ve dayanışmayı geliştirmeyi hedeflemiş, hukuki ve askerî alanda düzenlemeler yapmıştır. “Yahudilerin dinleri kendilerine, Müslümanların dinleri de kendilerinedir.” maddesiyle din hürriyetini garanti eden sözleşmede “Müslümanlarla Yahudiler arasında Yesrib’e saldıran kimselere karşı yardımlaşma olacaktır.” maddesiyle şehrin savunmasının ortaklaşa yapılacağı kararlaştırılmıştır.

Sözleşmeye göre Yahudiler şehir dışına yapılacak seferlere ancak Allah Resulü’nün(s.a.v.) izniyle katılabileceklerdir. “Yahudiler, Müslümanlarla birlikte savaştıkları sürece savunma harcamalarına katılacaklardır.” maddesiyle ve her bir kabile için ayrı maddede yazılan “Kan bedelini kendi aralarında paylaşarak ödeyeceklerdir.” ifadesiyle mali yükümlülükler belirlenmiştir. “Ne Kureyşliler ne de onlara yardım edenler himaye altına alınmayacaktır.” maddesiyle de Müslümanlar için en büyük tehdit olan Kureyş’e karşı önlem alınmış, Medine’deki müşriklerin onlarla iş birliği yapması engellenmiştir.

Müminlerden kendi aralarındaki haksızlık ve yanlışlık yapanların karşısında olmalarını isteyen sözleşmede “… bu kimse onlardan birinin çocuğu bile olsa, hepsinin elleri onun aleyhine kalkacaktır.” denilerek İslam’ın adalet prensibi vurgulanmıştır. “Müminler birbirlerinin Allah yolunda akan kanlarının intikamını alacaktır.” maddesiyle kan bağına ya da anlaşmalara dayanan dayanışmanın yerini inanç birliği etrafında bir dayanışma almıştır. “Üzerinde ihtilafa düşülen her şey Allah’a ve Muhammed’e götürülecektir.” maddesi de Hz. Muhammed’in(s.a.v.) devlet başkanı olarak kabul edildiğine işaret etmektedir.

Hz. Peygamber, ensar ve muhaciri kabile esaslı birleşmeden uzaklaştırıp inanç merkezli bir topluluğa dönüştürdükten sonra Medine Sözleşmesi ile Medine’de çeşitli kabilelere ve inançlara sahip fertleri hukuka dayalı, sosyal, iktisadi ve dinî hak ve sorumlulukları bulunan, Medine şehir devletinin vatandaşları hâline getirmiştir.

Namaza Davet

Ezan Medine’de sayıları artan Müslümanların namaz vakitlerinde mescitte bir arada hazır bulunmaları her zaman mümkün olmuyordu. Bu problemi ortadan kaldırmak için namaza çağrı niteliği taşıyan bir yöntem arandı. Bir süre sokaklarda “es-salâ” ya da “es-salâtü câmia” diye bağırılsa da bu uygulama kalıcı ve pratik değildi.

Hz. Peygamber’in ezana çağrı şeklini belirlemek için ashâbıyla yaptığı istişarede çeşitli fikirler ortaya atıldı. Bunlardan çan çalınması Hıristiyanların, boruya üflenmesi Yahudilerin, ateş yakılması Mecûsîlerin âdeti olduğu için Allah Resulü(s.a.v.) tarafından uygun bulunmadı.

Bu istişarenin yapıldığı sıralarda rüyalarında ezan-ı Muhammedî’yi gören Abdullah b. Zeyd ve Hz. Ömer bunu Hz. Peygamber’e haber vermişlerdir. Bunun sadık bir rüya olduğunu bildiren Peygamberimiz(s.a.v.) ezanın sözlerinin Bilâl-i Habeşî’ye öğretilmesini istemiştir. Yüksek bir yere çıkarak ilk ezanı okuyan Bilâl(r.a.) Hz. Peygamber’in ilk müezzini olmuştur.

Medine Pazarının Kurulması

Medine’de yeni bir toplum düzeni inşa eden Hz. Peygamber, siyasi, sosyal, idari alanda yaptığı düzenlemelerin yanında ekonomi alanında da birtakım adımlar atmıştır. Bu adımlardan biri olarak hicretin ardından Müslümanların ticari faaliyetlerini yürütecekleri kendilerine ait bir pazar yeri belirledi.

Esnafın burada sabit yerler edinmesini yasaklayarak herkese tezgâh kurma imkânı sundu. Kimseden vergi alınmayacağını ilan ederek pazarı tüccarlar için cazip hâle getirdi. İslami hükümlerin uygulandığı pazarı denetlemek için görevliler tayin etti.

Ticaret konusunda tecrübeli olan Mekkeli Müslümanların da etkisiyle pazar kısa sürede şehrin ekonomik hayatında önemli bir yer edindi. Böylece Yahudilerin hâkimiyetinde bulunan Medine ekonomisinde Müslümanlar da söz sahibi oldular.

Kıblenin Değişmesi

Resul-i Ekrem Medine’ye Hicret edince kıble olarak Mescid’i Aksa’ya doğru yönelmesi emredilmişti. On yedi ay kadar sonra “(Ey Muhammed!) Biz senin yüzünün göğe doğru çevrilmekte olduğunu (yücelerden haber beklediğini) görüyoruz…” şekliyle başlayan ayette Peygamber Efendimizin arzusunun Kâbe’ye yönelmek olduğu ifade edilmiş, ayetin devamında “… İşte şimdi, seni memnun olacağın bir kıbleye döndürüyoruz. Artık yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. (Ey Müslümanlar!) Siz de nerede olursanız olun, (namazda) yüzlerinizi o tarafa çevirin…” emriyle de kıble, Kâbe olarak değiştirilmiştir.

Hicretin ikinci yılında Selemeoğulları mescidinde öğle namazı kılmakta iken gelen bu emir dolayısıyla Peygamberimiz(s.a.v.) Kudüs’e doğru başladığı namazı Kâbe’ye doğru tamamlamıştır.

Bu olayın hatırasına Selemeoğulları mescidi “Mescid-i Kıbleteyn” diye isimlendirilmiştir. Kıble Kudüs’e doğru iken “Muhammed ve ashâbı kıblenin neresi olduğunu bilmiyorlardı, biz onlara yol gösterdik.” gibi sözlerle Müslümanlara sataşan Yahudiler kıble Kâbe’ye çevrilince de ileri geri konuşmaya başladılar.

Onların tavırlarına cevap olarak Allah Teâlâ şöyle buyurdu: “İnsanlardan bir kısım beyinsizler ‘Yönelmekte oldukları kıblelerinden onları çeviren nedir?’ diyecekler. De ki: Doğu da batı da Allah’ındır. O dilediğini doğru yola iletir. İşte böylece sizin insanlığa şahitler olmanız, Resul’ün de size şahit olması için sizi mutedil bir millet kıldık.

Senin (arzulayıp da şu anda) yönelmediğin kıbleyi (Kâbe’yi) biz ancak Peygamber’e uyanı, ökçeleri üzerinde geri dönenden ayırt etmemiz için kıble yaptık. Bu, Allah’ın hidayet verdiği kimselerden başkasına elbette ağır gelir. Allah sizin imanınızı asla zayi edecek değildir. Zira Allah insanlara karşı şefkatli ve merhametlidir.

Siyer Ders Notları

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu